Brexit deyip geçmeyelim…

Prof. Dr. Sadi Uzunoğlu (Yazım tarihi: 2017)

İngitere’de yapılan referamdum; İngiltere’nin kendi yasaları ve düzenlemeleri üstünde daha fazla kontrole sahip olması (egemenlik); kendi sınırlarını daha etkin bir biçimde kontrol etmesi, Avrupa Birliği’nin (AB) mülteci ve işgücü dolaşım politikalarında İngiliz halkının söz sahibi olmamasının getireceği “nüfus akımları” (göç); AB’ye yapılan 19 milyar Sterlin katkının durması ve AB’ye yeni gireceklerin hazırlık sürecindeki masraflarına katılınmaması (para) gerektiğini savunanların zaferi ile sonuçlandı. Brexit adı verilen İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkışını savunanlar, egemenlik, göç ve para olarak özetleyebileceğimiz argümanları öne sürmüştü.

İngiltere’nin AB’de kalmasını isteyen taraf ise AB ve İngiltere’ye gelen göçmenlerin kamu hizmetlerinden yararlandıkları buna karşın vergi vererek daha fazla katkı sağladıklarını savundu. AB’den çıkılsa dahi ortak pazarda kalmaları gerektiğini belirten AB taraftarları; İngitere’nin AB’den ayrılması durumunda küresel güç olmaktan uzaklaşacağını ayrıca güvenlik sorunlarına karşı birlikte karar üretmenin daha yararlı olacağını belirttiler. Diğer taraftan İngiltere’nin AB ülkelerine yaptığı ihracat dikkate alındığında Brexit’in maliyetinin yararının çok üzerinde olacağı gerçeğinin de altını çizdiler.

Sonuçta ayrılma (Brexit) taraftarları kazandı…

İngiltere’nin AB’den Çıkış Süreci

Brexit, AB kuruluşundan buyana geçekleşen en önemli olaylardan biri olarak tarihe geçecek. AB ve İngiltere için önemli bir süreç başlayacak: 2009’da imzalanan Lizbon Anlaşması’nın 50.maddesine göre; İngiltere’nin ayrılma koşulları, İngiltere’nin katılma hakkı olmayan bir oylamada, diğer 27 üye oy çokluğu tarafından belirlenecek. Bu sürecin en az iki yıl sürmesi bekleniyor. Ancak 27 üyenin tamamının kabul etmesi koşuluyla pazarlıklar iki yılın ötesine geçebilecek. Eğer anlaşma iki yılda sağlanamaz ve 27 üye de süreci uzatma kararı almazsa, İngiltere’nin AB üyeliği düşecek. İngiltere’nin AB ile ticari ilişkisi Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) üye herhangi bir ülke statüsünde şekillenecek.

Çıkış sürecine paralel olarak, İngiltere ile AB’nin ticari ilişkilerini düzenleyecek anlaşmaların pazarlıkları başlayacak. Sözkonusu pazarlıkların iki yıldan fazla sürme olasılığı çok güçlü. Çünkü yeni ticari kuralların da AB Parlamentosu ve üye diğer 27 ülkenin parlamentolarında tek tek onaylanması gerekecek.

Brexit’in yalnız AB değil dünyanın politik, ekonomik ve jeo-politik dengelerini yerinden oynatacağı kesin ancak “finansal piyasa egemenliği” çerçevesinde hemen herkes kısa vadeli değerlendirmelere yönelmiş durumda. Finansal piyasalarda, Brexit’in etkilerinin “atlatıldığı” yönünde değerlendirmeler sıklıkla dile getiriliyor. Brexit’in tüm etkilerinin kısa değil orta vadede ortaya çıkacağı açık ama “büyük ölçekli risk altında çalışan” piyasalar bunu görmek istemiyor. Tam tersi Brexit’in piyasalara ve bizim gibi sermaye gereksinimi olan ülkelere olumlu yansıyacağını savunmaya başladılar.

İngiltere’nin AB’den çıkışının temelinde yatan gerçekleri, finansal piyaslarda analiz yapanlar, görmezlikten geliyor. Oysa 1990’dan buyana küreselleşme dalgası çerçevesinde uygulanan neo-liberal politikalar başta gelişmiş ülkeler olmak üzere neredeyse tüm ülkelerde borç kısırdöngünün oluşmasına neden oldu. Birçok ülkede gelir ve servet dağılımı hızla bozuldu. Özellikle 2002’den itibaren hızla artıp devasa boyutlara ulaşan küresel likidite geniş kesimlere değil bir avuç portföy sahibine ve/veya verimsiz yatırımlara kaydı. Faiz oranlarının neredeyse “sıfırlandığı” ortamda yatırımların verimliliği hızla geriledi: Bollaşan likidite katma değer yaratan yatırımlardan “hantal” yatırımlara yöneldi. Diğer taraftan 2008’de patlayan küresel kriz makro ekonomik dengesizlikleri artırırken borç içindeki kitlelerin işsiz kalmasına naden oldu.

Doğal olarak politik yapı da bu gelişmelerden etkilendi. Avrupa’da “sol” hareketin güçlenmesi, ABD’de Demokrat aday adayı Sanders’ın aldığı büyük destek kitlelerin hızla politize olduğunu gösterdi. Avrupa ülkelerinin vatandaşları AB öncesine göre kendilerine daha iyi bir yaşam sağlayan “sosyal devletlerini” özlemeye başladı. Tüm likidite genişlemesine rağmen yaşanan küresel krizin ardından; büyüme üretemeyen ülkeler, daralan dünya ticareti ve hızla düşen hammade fiyatları ile karşı karşıya kalındı. Düşen hammade fiyatları “göç” dalgasını hızla körüklerken, AB ve ABD artan terör olayları ile karşı karşıya kaldı ve “güvenlik” bu ülkeler için en önemli sorun haline geldi. AB ve ABD’de “aşırı sağ” eğilimler bu süreçte küreselleşme karşıtlığına dönüştü.

Bu gerçekleri ve gelişmeleri görmeden Brexit’in salt “finansal piyasalara” nasıl yansıdığı veya yansıyacağını tartışmak doğru görünmüyor. Dünya ekonomik, politik ve jeo-politik olarak yeniden şekilleniyor. Bundan kaçınmanın da oldukça zor olduğu bir döneme giriyoruz…

Brexit Türkiye’yi etkiler mi?

Brexit doğudan batıya tüm ülkeleri etkileyecek bir gelişme Türkiye belki de bu gelişmelerden en fazla etkilecek ülkelerin başında geliyor.

  1. Türkiye’nin dış politikası yeniden şekilleniyor. İsrail ve Rusya ile ilişkiler hızla güçlendirilmeye çalışırken, Nato ve AB ile ilişkilerde bir “soğuma” göze çarpıyor. 15 Temmuz Darbe’si de bu süreci tırmandırmış görünüyor. Kürt sorunu, terör ve bölgedeki yeni oluşumlar da sorun yumağını büyütüyor. Bu anlamda “politik belirsizlik” önümüzdeki dönemde Türkiye’nin ve ekonominin yeniden şekillenmesini gündeme getirecek.
  2. Yaşanan “göç” dalgasının Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin bozulmasında en kritik konu olmaya devam edeceği gözleniyor. AB’de yaşanan terör olayları “mültecilere” ve müslümanlara bakış açısını hızla değiştirmiş görünüyor. Brexit’in nedenlerinden birinin de bu olması tesadüf değil. Bu gelişmelerin karşısında AB’nin ve İngiltere’nin Türkiye’ye karşı tutumunda “sertleşmeler” yaşanabileceğini hesaba katmamız gerekiyor.
  3. İhracatımızın yaklaşık yüzde 45’ini gerçekleştiği, doğrudan sermaye yatırımları ve turizm açısından  bizim için çok önemli olan bölge (AB) ile ilişkilerin zayıflaması, Türkiye ekonomisinin önünde orta vadeli risk olarak duruyor.
  4. Brexit dolayısıyla İngiltere’nin ve AB’nin resesyona girme riskini de dikkate almamız gerekiyor. Bu bölgede yaşanabilecek resesyonun, siyasi riskler dışlansa dahi Türkiye’nin ihracat ve turizm gelirlerini olumsuz etkileyeceğini görmemiz ve buna göre ihracat ve turizm poltikalarımızı oluşturmamız gerekiyor. Rusya ve İsrail ile yeni ilşkilerin bu açıdan telafi edici etkisi olabilir. Ancak AB ve İngiltere her koşulda gözardı edilemeyecek bir bölge.
  5. Finansal piyasa analistleri, AB’de yaşanacak resesyonun parasal genişlemeye yol açacağı ve sözkonusu parasal genişlemenin de başta Türkiye olmak üzere gelişen piyasalara olumlu yaşayacağını savunuyor. Ancak burada gözardı edilen bir konu var. İtalyan bankalarının yaşadığı sorunlar bu ülke ile sınırlı değil. Batık kredi tüm AB ülkelerinin sorunu: Toplamda bir trilyon doları aşan batık kredi olduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla AB bankalarının kredi verirken daha dikkatli davranması zorunlu. Sermaye girişine gereksinim duyan Türkiye’nin AB bankalarından kaynak temin etmesi kolay olmayabilir. Rating kurumlarının “tutumları” da dikkate alındığında bu bölgeden sermaye girişi sağlansa bile bunun maliyetinin yüksek ama tutarının sınırlı olabileceğini hesaba katmamız gerekiyor.
  6. Bir diğer sorun ise Brexit nedeniyle Euro’nun ABD dolarına karşı yaşayabileceği zayıflama. Eğer AB’de resesyon devam ederken ABD faiz oranlarını artırmaya devam devam ederse orta vadede ABD Dolarının daha da güçlenmesi sözkonusu olabilecek. Türkiye’nin ithalatının ağırlıklı olarak ABD doları cinsinden yapıldığı ve dış borç stoğunun da yaklaşık yüzde 60 oranında ABD Doları cinsinden olduğu gerçeğini gözönüne aldığımızda bu gelişmelerin de bizim açımızdan önmeli bir risk olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Özellikle şirketlerimizin (finans dışı) döviz pozisyon açıkları dikkate alındığında ABD Dolarının şirketlerimiz üzerinde yaratacağı kur riskini dikkate almamız gerekiyor.

Brexit Risklerine Karşı Ne Yapmalı?

Türkiye’nin İngiltere’ye ihracatı 10-11 milyar dolar arasında değişiyor. Bu tutar Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 7-8’ini, GSYİH’nın da yüzde 1.5’ini oluşturuyor. Dolayısıyla bu ülkenin resesyona girmesinin yaratacağı etkinin sınırlı kalacağı bu hesaplamadan yola çıkılarak hesaplayabiliriz. Bu hesabı AB için de genişletip bölge resesyonunun ekonomi üzerindeki olumsuz etkisinin “abartılmaması” gerektiğini de savunabiliriz. Ancak bu kısa vadeli ve naif bir analiz olur. Yukarıdaki risklerin tamamı dikkate alındığında “köklü” bir değişimin yaşanmasından bahsediyoruz. Dolayısıyla bu riskleri dikkate almamız Türkiye’nin geleceği açısından zorunlu.

Öncelikle Türkiye’nin Başbakan B. Yıldırım’ın dediği gibi “dostlarının sayını artırması” artırması gerekiyor. Türkiye’nin 15 Temmuz Darbesi’ne karşı farklı görüşe sahip kesimleri demokrasi adına bir araya getirmesinin yarattığı konsesusu iyi değerlendirmesi ve daha fazla demokrasi ve özgürlük üretmesi gerekiyor. Türkiye’nin iç barışı ve dünyadaki görünümü bunu gerektiriyor.

Ekonomik açıdan ise yapılması gereken; Türkiye’nin öncelikle enerji ve üretimde dışa bağımlılığını azaltmaya yönelik politikalar üretmesi. Önümüzdeki dönemde “sermaye girişi ve maliyetleri” konusunda yaşanabilecek risklere karşı; “iç talebe dayalı hızlı büyüme” değil; “sürdürülebilir ve dış kaynak üretecek alanlarda büyüme” modeli geliştirmesi gerekiyor.